Ekim 02, 2016

Babamız Bizi Sevmedi Çirkiniz

Son zamanlarda ne popüler oldu değil mi memlekete dönüş? Büyük şehirlerden darlanan insanlar ailesinin yaşadığı küçük şehirlere dönmeyi istiyor. Ve bunu öylesine değil, gerçekten planlıyor, hayal ediyor, deniyor. “Hadi, gel köyümüze geri dönelim” demeye başladı herkes İstiklal’de, Kızılay’da, Kadıköy’de içip içip... Eskiden böyle miydi? Değildi.

Belki köyümüze değil ama daha küçük, daha samimi mahalleleri olan memleketlerimize gitmek ve ailemizle zaman geçirebileceğimiz hayatların özlemini çekiyoruz. Artık metrobüste fordlanmak, iş dönüşü trafiğinde saatler geçirmek, kazandığımız paranın en az yarısını kiraya ve faturalara yatırmak istemiyoruz. Ailemizden bu kadar uzak kalmak, onlarla ayrı dünyaların insanları olmak istemiyoruz. Daha az kazanalım ama kafamız rahat, bedenimiz daha az yorgun olsun; boş zamanlarımız olsun ve o zamanları bir şey okumak, bir şey üretmek, belki yan gelip yatmak ya da spor yapmak için kullanalım istiyoruz.

Çok şey mi istiyoruz, hocam?

Bıktık. Kelimenin tam anlamıyla bıktık. Bizim yaşımız geldi diye böyle istiyoruz, herkes bu yaşlarda böyle ister sanıyordum bir ara (yaş 27) ama internette dönen köye dönme haberleriyle birlikte bunun çağın bir yönelimi olduğunu fark ettim. Ne oldu bilmiyorum tam olarak eskisinden farklı olarak. Yine de yönelim ortada. Yarı şaka yarı gerçek; herkes maruz kalmıştır ya da yapmıştır herhalde bu muhabbeti.

Peki, sonunda ne oluyor? Dönebiliyor muyuz köyümüze?

Yo.

O işler öyle kolay değil, tatlı kız. Tam diyoruz ki, “Her şeyi ayarladım. Bekle beni küçük şehir hayatı!” Dannnn! Cevap gecikmiyor ve bir çocukluk şarkımızın daha ne büyük bir yalan olduğunu anlıyoruz.

“Gitmeseeek dee görmeseeek deee
O köööy bizim kö-yü-müüüz-düüür
La la la laaa laaaa”

Yo, tatlım. O köy, baştan beri hiç bizim olmamıştır aslında. Köyün sahibi de sakini de bellidir. (Köy derken kastettiğim, gerçek anlamıyla köy değil tabii. Köy, kasaba, şehir, büyükşehir... Ailemizin yaşadığı, bizi biraz olsun dingin hayat hayallerine sürükleyen o yeri kastediyorum.) Neden böyle kalabalık bir kitle olarak kaçmak istedik İstanbul, Ankara’dan bilmiyorum gerçekten. Ne olursa olsun güvenecek bir yer mi aradık bizi yoran ülke siyasetinden ve gittikçe muhafazakarlaşan toplumdan kaçmak için? Sürekli artan kiralar ve artmayan maaşlar karşısında bedensel ve zihinsel yorgunluğumuzu biraz olsun atmak için ‘bildiğimiz bir yerlere’ gidesimiz ve ana-babamızın dizine başımızı koyasımız mı geldi? Yoksa kalbimiz mi kırık biraz sürekli dışlanmaktan ve güçlü kalmaya çalışmaktan? Birçok arkadaşımızın gerek şimdi gerekse ileride yalnız kalmak istemediği için evlenme yöntemini denediğini biliyoruz. Bunun işe yararlılığını tartışmak gibi bir niyetim yok şimdi. Ama evlenenlerin büyük bölümünün bu amaçla evlendiğini biliyoruz, değil mi?  İşte, diğer evlenmek istemeyen (şimdilik ya da asla) kitle biraz olsun dinlenmeye ve yalnız olmadığını/olmayacağını bilmek istiyor bir süreliğine de olsa. Memleketine dönmeyi istiyor. Öyle gibi sanki. Ben de bu kitleye dahil biri olarak, yine de bilmiyorum bu isteğimin sebebini.

Her neyse, peki sonra?

O pembiş hayaller yavaş yavaş bozulmaya başlıyor. Çünkü memleketimize dönünce nasıl bir çıban gibi herkesi rahatsız ettiğimizi anlamaya başlıyoruz. (Direkt biricik özne gibi yazmak istemiyorum bu kısımları. Çünkü duyduğum, dinlediğim hikayeler de bu anlattıklarımı destekliyor.) Bulunduğu deriyi geren, beslendiği kişiyi de rahatsız eden bir çıban gibi hissetmeye başlıyor insan, huzur bulayım diye gittiği o ‘küçük’ yerde. Herkesle mutlu mesut bir hayat hayalleri kurarken, herkesin aslında ona nasıl da sadece uzakta yaşadığı sürece onay verdiğini fark ediyor. Uzaktayken “Tamam, anladık, sen de böyle bi insansın.” “Hak hukuk bi şeyler kovalıyosun. Çok güzel.” “Biseksüel olabilirsin, öyleysen, öylesindir. Ne diyebiliriz?” diyenler işler değişip de birlikte yaşama fikri ortaya atılınca bir kımıl kımıl olmaya başlıyor. “Yani, tabi senin giyimine kimse karışamaz AMA bu şorta bizim muhit alışık değil.” “İstanbul’da istersen sabaha kadar kal, bi şey olmaz AMA burda kızların çok geç kalmasına kimse alışık değil.” “Bence sen burda yapamazsın.” Bu senin yanında huzur bulmak için geldiğin kişilerin seni çok da kırmadan “Git” deme şeklidir.

“Git, çünkü senin yanında olmak ve sana destek olmak beni yoracak.” “Git çünkü elalem ne der sen burda hak hukuk peşinde koşarsan?” Evin içinde, sokakta, otobüste uzaylı görmüş gibi bakmaya başlar sonra sözüm ona rahat edeceğin yerdekiler. Başta küçük bir dikkat çekme çabası sandıkları LGBTİ+ ya da feminizm muhabbetleri, kendilerine yönelince “eeh yeter be” diyiverirler. İlk zamanlar sana nezaketen “afedersin ibne”, “kız gibi, ama anlıyosun ne demek istediğimi” gibi laflar edip lütfettiklerini sanır. O işlerin senin için öyle yürümediğini, meselenin böyle basit olmadığını anlayınca tavırlarıyla “amaan nerden geldi bu huzurumuzu bozdu” diyiverirler. Belki bi yerden sonra açık açık bile derler. Hiç belli olmaz.

Marjinalleştirilir ve komşularla takılıp kısır yapmak istediğin o yerden dışlanırsın. “Oh memleket bee” diyerek geldiğin yerde ne kadar da yabancı olduğunu hissedersin. O çok özlemini duyduğun yer ile bağlantı kurmak istediğin her an ağzına vurulduğunu fark edersin. Bazen paranoyak varsayılırsın. Bazen “sen de iyice dellendin” derler. Ama en sonunda; tam bir haymatlos hissiyle kalıverirsin ortada.

Tarkan’dan “Başkası olma kendin ol böyle çok daha güzelsin ya gel bana sahici sahici ya da anca gidersin”i dinleyerek geldiğin yollardan “babamız bizi sevmedi, çirkiniz, çirkiniz” dinleyerek geri dönersin.