Aralık 27, 2012

Hikaye - Bölüm 1


Kendi kendine söylenerek öbür tarafına döndü, yorganına sarıldı ama yine de olmadı güneş gözüne girip günü başlatmıştı artık. Olmamış gibi davranmak hiçbir şeye yaramayacaktı. Saate bakmaya korktu. Kim bilir kaç saattir uyuyordu? Kim bilir günün kaç saati yatakta yorgana sarılıp uyurken harcanmıştı? Korkuyla da olsa baktı saate. Korkmakta haklı olduğunu görüp yüzüstü atıverdi kendini tekrar yatağa. O sırada onu izleyen biri olsaydı şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırır, koşarak yanına gelir bir yerine zarar gelmiş mi diye kontrol ederdi. Kimse yoktu. Bir zarar da gelmemişti.

Sadece yakınına gelince alınan alkol kokusu rahatsız ediyordu belki de, o yüzden böyle huysuz davranıyordu. Kim bilir? Kim bilebilir bir insanın içini?

Yataktan sıyırdı kendini. Gözlerini ovuşturdu. Darmadağınık saçlarını topladı aynaya bakmadan sehpanın üzerinde bulduğu tokayla. Dalgalı saçlarının tokaya ulaşmayan tutamları omuzlarına çarptı. Yüzünü yıkarken aynaya bakmadı. Nasıl göründüğünü bilmek istemedi belli ki. Yatak odasına geri dönüp bir süre bir şeyler aradı. Üzerindekilere ve odanın durumuna bakılırsa dün gece eve geldiğinde ne kadar sarhoş olduğunu tahmin etmek zor değildi. İç çamaşırlarıyla uyumuştu. Çıkardığı giysileri ortalığa saçılmıştı. Bu giysiler dışında başka dağınıklık yoktu odada. Düzenli bir insan olduğunu anlamak için bundan fazlası vardı evde. Bulaşık makinesinde temiz bulaşıklar yoktu örneğin, ya da dün akşam dışarı çıkmadan önce denediği giysilerin hepsi sanki uzun zamandır dokunulmamış gibi dolapta duruyorlardı ya da ödenmemiş hiçbir faturası yoktu ve balkondaki çiçeklerin hiçbiri gerektiğinden az sulanmamıştı. 

Bir seri oluşturmaya karar verdim

Bir seri oluşturacağım ve her hafta ya da her neyse - belli periyodlarda başladığım bir hikayeyi sürdüreceğim gittiği yere kadar. Sonundan ben de pek emin olmadan. Ufak tefek şekillenmeler var tabii ama net değil. Bugün uzun zaman önce başladığım bir yazının girişini koyacağım, bakalım zaman içinde nereye gidecek...

Aralık 11, 2012

Boğaziçi Üniversitesinde Cinsel Taciz Konuşuldu


25 Kasım Kadına Yönelik Siddete Karşı Uluslar Arası Mücadele ve Dayanışma Günü olarak anılan bir gündür. Bugün yürüyüşler düzenlenir. Önündeki - sonundaki günlerde çeşitli etkinlikler yapılır. Bilinç yükseltme, dayanışma, fikir üretme gibi amaçlarla yapılır bunca şey. Bu etkinliklerden bir tanesi de Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü tarafından düzenlendi. Katılımcılar, Esra Aşan (Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar Dergisi) ve Doç. Dr. Serra Müderrisoğlu (B.Ü. Psikoloji Bölümü) idi.

Tacizin tanımı başlı başına bir mesele. "Taciz nedir?" sorusu en çok kafa karıştıran sorulardan birisi.

tdk: tedirgin etme, rahatsız etme

Yasalarla alakalı şekilde bir aramamda şu çıkmıştı. Tam kaynağı hatırlamıyorum: Cinsel taciz, kişinin vücut dokunulmazlığının ihlali niteliğini taşımayan, cinsel yönden ahlak temizliğine aykırı olarak mağdurun rahatsız edilmesidir.

Toplantıda konuştuğumuz üzere bir hareketin taciz olduğunu tacize uğrayan kişi belirler. Örneğin bir bakıştan rahatsız oldunuzsa, bu tacizdir. 

Açılan taciz davalarından şu ana kadar verilen en büyük cezanın geçtiğimiz günlerde verildiği haberi de geldi Esra Aşan'dan. Tacizci 3 yıl ceza almış, fakat mahkeme 2 yıl sürmüş. Bu da demek oluyor ki tacize uğrayan kadın arkadaşımız 2 yıl boyunca belli aralıklarla tacize uğradığını anlatmak, yaşadıklarını anımsamak zorunda kalmış. 

Bu tip davalarda yalnızca adli tıp raporu kabul ediliyor. Şiddete maruz kaldığınızı anlatmak için devletin bir yerlerine başvuruyorsunuz, ki devlet de ataerkin devamlılığı için elinden geleni ardına koymadığı için belki -yüksek ihtimalle- bu muameleler bile birçok başka taciz içeriyor. Kimbilir kaç farklı kişi taciz mağduruna "Ne yaptın da böyle oldu?" diye sorma hakkını kendinde buluyor. Bunlar hep mağdurun sessiz kalmasına, bir suçun daha devam etmesine, bir insanın daha kendini güvenilir bir yaşamdan uzaklaşmasına yol açan şeyler. Devlet mağdura destek değil köstek oluyor. Mağdur, iki kere mağdur oluyor. 

Tacize uğrayan kişi tacize uğradığını kanıtlamak zorunda kalıyor. Bu süre içinde yıprandıkça yıpranıyor. Oysa olması gereken tacizcinin kendini aklaması, eğer bir taciz yoksa bunu ispat etmesi. Bu bana kalırsa en önemli noktalardan bir tanesi. Esra da konuşmasında kadınlara bu kısımda bir pozitif ayrımcılık gerektiğini belirtti. Kadınlara demeyelim ama herhangi bir cinsel şiddete uğradığını iddia eden kişinin daha da zor duruma sürülmesi olacak şey değil. 

Olacak şey değil çünkü tacize uğradığını dillendirmek bile kendi başına bir iş. Tacize uğradığımızı çok kerelere kendi kendimize bile itiraf etmekten kaçınırız. Tanıdıkların tacizine uğramak çok yaygın bir şey, örneğin. Tanıdık olunca "söylesem sonra nasıl olur?"dan tutun da "ayıp mı olur"a kadar aklımızdan türlü iç hesaplaşmalar yapıyoruz. Yanlış anlayıp anlamadığımızı sorgulayarak suçu kendi içimizde hafifletmeye, yok saymaya çalışıyoruz. Çünkü söyledikten sonra kanıtlansa dahi bir miktar suçun da bize yükleneceğinden eminiz. 

Kurumlar bunun için politika üretmeliler. Yalnızca teoride değil pratikte işleyebilecek politikalar. Serra Hoca'nın da dediği gibi çözüm cezalandırmada değil olaylar olmadan önlemekte aranmalı. Tacize karşıyız dedikten sonra bir ama eklenmemeli. Tacize yüzde yüz karşı olmalıyız, çünkü taciz töleransı kabul edebilecek kadar basit değildir.

Kasım 25, 2012

Kızıl Ölümün Maskesi - Edgar Allen Poe


Paranın ölümsüzlük getirmeyeceği, ölümden kaçışın olmadığı temalı bir hikaye. Kızıl ölümden kaçmak için insan yapımı binalara saklanmış, burada günlerini gün eden insanların kızıl ölüme nasıl yakalandıkları anlatılır. Korkuturken düşündüren bir hikayedir.

7 tane odadan bahsedilir mekan tasviri sırasında. Hepsi farklı renge boyanmıştır. 7 oda, 7 ölümcül günaha gönderme yapmak üzere hikayede bulunuyor olabilir, bilemiyorum tam.

Bir Edgar Allen Poe eseri olarak elbette gotik ögelerle dolu bu hikaye de. Ortaçağ ortamı var. Bu da aslında döneme göre aykırı bir şey. Çünkü o aralar sürekli "geçmişi bırak şimdiye bak" mesajı veren yazılar yazılmış. Taze Amerika'yı daha da güçlendirebilmek, ataları olan Avrupalılardan faklı olabilmek adına kendilerine özgü kültür oluşturma çabasında olduklarından Ortaçağ'a gönderme yaparak yazmış olması sıradışı. Aslında bir taraftan mutlu sonu olan bir hikaye olmadığı için korkunç olayları geçmişe bağlamak olarak da bakılabilir olaya. Yine de bahsedilecek, kurulacak kocaman bir şimdi var önünde. Kullanmayı tercih etmemiş Poe.

Bir de saatten bahsedilmezse olmaz bu hikaye söz konusuysa. Zamanın geçtiğinin, ölüme yaklaşıldığının habercisi bu saat. Bütün kaosun ortasında düzenli olan tek şey. Tik tak tik tak. Ve insanların saat çaldıkça müziği kesmeleri manidar, çünkü ölüm vakitleri geldiğinde de böyle hareketsiz, sessiz şeylere dönüşecekler.


Müslüm Gürses


Müslüm Baba çok iyi sanatçı bence. Nasıl bu kadar çağa ayak uydurabilsin yoksa? Coverlerın çoğu artık dinlenmeyen ya da arabesk stayla olan şarkıların daha "cool" hale getirilmeleri, modernize edilmeleri. Müslüm Baba ise zaten modern doğmuş şarkıları alıp kendi arabesk staylasına yakınlaştırıyor ve şaşılacak derecede başarılı sonuçlara ulaşıyor. "Tutamıyorum Zamanı" mesela, orijinal haline on basan bir cover. Adam çok iyi, herkes itiraf etsin. 
Kliplerinde krallar gibi şarkısını söylüyor. Kendini şekillere sokmuyor. Aşık rolünde filan olmuyor adam. Elinde mikrofonu tak tak tak, söylüyor şarkısını.
Müslüm Baba çok kral adamsın.




Ekim 28, 2012

sanat eleştirisi

Bu aralar taktığım araştırmalara giriştiğim bir mevzu sanat eleştirisi. 40 fırın ekmek yemem gerek lisans hayatımı içip sıçıp gezmekle geçirdiğim, zihinsel/fikirsel olarak ilerlemeler kaydetmiş olsam da bilgi açısından gerekli yolu kat etmediğim için ama insan neler yapar isteyince, bu bi şey değil düşününce.

Şu blogta çok güzel anlatmışlar ayrıntılarıyla http://sanatelestirisi.blogspot.com/2012/03/sanat-elestirisi-nasil-yazilir-sanat.html

 Sanat tarihi bilmek lazım bi kere, estetik nedir, güzellik nedir, çirkinlik nedir, hepsini bilmek lazım. En başta sanat nedir onu uzun uzun bi düşünmek lazım. Bu iş ciddi bir iş, birsürü terimleri, yaklaşımları, alanları olan bir iş. Hepsini öğrenmek öyle kolay değil. Gözüm çok korkuyor ama denersem en fazla başarısız olurum. Denemezsem bi bok olmaz.

Kendini gaza getirmeye çalışmak.

Başkası getirmiyor ne yapayım?


Ekim 25, 2012

ÖLMEK

Yarın kendinizin öleceğinizi öğrenmeniz mi daha çok tedirgin ederdi sizi yoksa bir tanıdığınızın öleceğini öğrenmeniz mi?

Üzüntü yerine tedirginlik hissi olduğunu varsaydım ölümle ilgili duyulanın, çünkü üzülmek için konu hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak gerekiyor sanki.

Ölüm.

Bir büyük-ihtimalle-bilemeyiz-ama-herhalde-yokçu olarak cennet cehennem opsiyonları arasındaki bilinmezlik değil, bir ya hepsi buysa diye bir de ya devamı varsa diye düşünüp tedirgin oluyorum. Her ikisi de ayrı ayrı tedirgin edici. Hepsi buysa doğumumdan ölümüme kadarki yaşantılarımın neredeyse hepsi boşuna demektir. Para, aşk, eğitim, aile, her şey. Baştan sona her şey. Olacak şey değil! Diğer yandan bedense tek tükenen ve farklı bir kıvamda bir şeyler devam edecekse nasıl katlanılır böyle bir şeye?

Yazmaya başlarken asıl aklımdakiler tam olarak bunlar değildi aslında.

Diyelim ki yarın öleceksiniz. Nasıl bir his kaplar içinizi? Tam olarak yüzde yüz bir sıkıntı vereceğini sanmıyorum bu bilginin. Biraz da heyecan verici bir bilgi sanki. Bu dünyada yaşamaktan inanılmaz keyif alan ve sonsuza kadar bu şekilde yaşamak isteyen biriyle hiç karşılaştınız mı? Sanmıyorum.

Yarın öleceğim. 

Önümüzdeki ay ne fatura, ne kira, ne sınav, ne saç boyası, hiç biri yok. Yarın akşam yemekte ne yesem diye düşünmeyeceğim. Yere dökülen yemeği toplayıp yeri temizlemek de yok. Mezun olunca İspanya'ya gidebilmek için şimdiden ne yapsam diye düşünmeye, yapmam gerekenleri yapmama hiç gerek yok. Hiç söyleyemediğim üç beş şey varsa ve şu an söylemem fiziki olarak mümkünse onları söylerim. Yapmak istediğim fakat yapamadığım, ertelediğim şeylerden mümkün olanlarını yaparım. Biraz ağlarım gerginlikten, şaşkınlıktan, hayal kırıklıklarımdan belki. Sonra elimdeki zamanı değerlendirmeye çalışırım.

Yarın öleceksin.

Bir daha asla olmayacaksın. Sana düşkünsem seni özleyeceğim. Tamam, ama mesele bu mu? Tam olarak değil. Sen yarın öleceksin. Peki ya ben? Ben ne zaman öleceğim? Belki yarın, belki beş ay sonra. Daha elli yılım mı var, bilmiyorum. Bilmemek kemirecek içimi. Bu ay kazandığım parayı acaba tamamen keyfime göre mi harcasam yoksa bir kenara atsam mı bir kısmını? Bu gece çok sevdiğim insanlarla çıkıp içsem, bayıldığım insanla sevişsem. Bunları ertelemesem yarın sabah erkenden uyanıp derse gideceğim diye.

Bu öğleden sonramı hastanede film çektirip test sonuçlarımı bekleyerek mi geçirsem yoksa adaya gidip yarı soğumuş denize bacaklarımı sokup su belime gelince çığlık atarak geri kıyıya kaçsam da kahkahalara mı boğulsam?

İnsan nasıl bu hale geldi? Hep mi böyleydi? Nasıl kabullendik kendi kendimize işkence etmeyi? Bir ömür, ölümden korkarak yaşamak. Ölüm korkusuyla, imkansız olduğunu bile bile ölümden kaçabilmek için her şeyi yapmak, fakat daha fazla paraya, mala mülke sahip olmayı esas amaç edinmek, toprağın üstüne binalar dikmek, şık giyinmek, işe yetişmek, saygınlık kazanmak, trafikte saatler geçirmek ve tüm bunları öleceğini bilmene rağmen yapmak. Ne tür bir zavallılık. Bir tek zamanı kestiremediğimiz için mi bu telaşlar?

Temmuz 06, 2012

Nasıl da karışıverdi işler!

Hayatımdan yırtıp atasım gelen insanlar var. Önce bi güzel tokatlasam. "Napıyon lan yarrrrrak!" diye bağırsam. Sonra da çıksa gitse hayatımdan.

Aslında yok yok benim istediğim bu değil. İstediğim, şu boku çıkmış insanlıktan kendimi yırtıp atmak. Çeksem gitsem bir sabah saat 5 gibi. Güneş daha yeni doğarken. Akşamın serinliğiyle güneşin sıcağı daha homojen dağılamamışken birbirine yanıma pek fazla bi eşya almadan çıkıp gitsem. Öncesinde hiç hazırlık yapmadan, kimseyle vedalaşmadan yapmalıyım bunu. Mesela cuma günü işe gitsem, akşam eve gidip bi yemek yapsam, süslenip püslenip dışarı çıksam, arkadaşlarımla içsek eğlensek genellikle olduğu gibi ve cumartesi sabahı 5'te ben kendi kendime uyanıversem yatağımda. Bir anda açıversem gözlerimi ve çantama bir kaç parça şey koyup düşsem yola. Anahtarımı da almalıyım, hiçbir şey yokmuş gibi davranmak gerek çünkü. Çıkmadan da bi bardak su içerim mutfaktan. Sonra ver elini insan ıssızı yerler. Deniz kenarı olmalı ama. Bir sonraki sabaha denizin o sakin fısıldayan sesiyle uyanmalıyım. Güneş gözüme girince açıvermeliyim gözümü ve sadece iki metre ilerimde salınmakta olan denize atmalıyım kendimi çırılçıplak. Sizin olsun kıyafetleriniz diye söylenirdim herhalde bir taraftan da. Denizden çıkıp aç olduğumu hissedince bi pişmanlık yaşar mıydım bilemiyorum ama biraz uğraşırsam bu sorunu da halledebilirim bence. Allah aşkına insan ilişkilerini yürütmekten daha zor olamaz ya yiyecek bulmak! 

Tek başıma çırılçıplak güneşin altında yatar bütün vücudumu, sizin görmenizin ayıp/günah sayıldığı vücudumu güneşe sergilerdim batıp yerini aya bırakana kadar. Sizlerden uzak, ayıplardan, sorunlardan, teknolojiden ve paradan uzak hayatta kalabildiğim kadar yaşar, şehirde doktordan doktora koşarak 100 yıl yaşayacağıma 35 yaşımda güneş çarpması ya da susuzluk/açlık gibi bir sebepten ölmeyi yeğlerdim. (Birazcık cesaretim olsa)

Temmuz 02, 2012

Sinirlilik hali

Daha bir kaç dakika önce bitirdiğim Aslı Erdoğan'ın Kabuk adam romanının da etkisiyle unutma konusuna yoğunlaştı kafam. Eski sevgilinin şu an başkalarıyla seviştiğini düşünmek mesela çok acayiptir. Kendini garip hissettirir. Çok ayrıntıya inince ya katlanamaz ya da şaşırıp kalır insan, bilemiyorum. Kendisini aldatılmış hissedenleri bile gördüm böyle bir durumda. İnsan evladı acayip bir mahluk. Sinirlendirebilir bazen bu tür düşünceler ama ben hep merak ederim sinirlenilen eski sevgili mi yoksa insan kendi kendine mi sinirlenir diye.

Bir başka insana sinirlenmek çok zordur bana kalırsa. Kimi bu kadar ciddiye alıp kendini yıpratır ki insan. Sinirlenmek için önemsemelisin. Önemsemek için -sinirlenecek kadar- beklentilerini yüksek tutmalısın. Birinin sana elma getireceğini ummuyorsan, elma gelmediğinde sinirlenmezsin. Bir başka insandan ne kadar şey bekleyebilir insan ki beklediği olmasın ve sinirlensin. İnandırıcı gelmiyor bana. Bu kadar kontrol edemeyeceğin bir şeye güvenmek çok zor. Belki kendi kontrolün dışında olduğu için sevme güdünü artabilir ama sevgiyle güvenin hiç alakası olmadığını ve hatta güvenin/güvensizliğin sevginin düşmanı bir duygu olduğunu düşünürüm.

Uykusuz halimle daha da yazamayacağım içimde çeşitli coşkulanmalar yaşansa da. Sevgiyle kalın...

Mayıs 07, 2012

olimpos

Tadına doyulmaz Olimpos, bu yaz da bekle bizi.

Uzun zamandır bir ağlatan bir güldüren tatil üzerine düşünmelerim, kalabalık olmasını umut ettiğim bir Olimpos planına dönüştü. Ağustos'ta Olimpos'un ağaz evlerinden birinde yerimizi alacak, bikinilerimizi giyip denize koşacağız, yeri gelecek kahvaltı üstü hamak keyfi yapacağız, gece olunca müzikli bir yerlere gidip dans edecek canımız çekerse gece sahile kaçıp şarap içeceğiz. Bir de dolunaya denk gelirse orda olmamız keyiften bayılırız herhalde.



Olimpos'ta hiç betonarme bina olmaması benim çok hoşuma gidiyor. Bir de çok doğal bir yerde yaşıyormuş gibi hissettiriyor. Bu yüzden çok güzel. Pansiyonların çoğu bu yandakiler gibi. Ahşap ev hoşlanışı olan bi insan olduğumdan da benim için Olimpos mükemmel. Fiyatları da çok uygun. Dormlarda kalıp çok ucuza süper tatil yapılabiliyor. Gece sakin sakin oturmak isteyenler için, pansiyonların bahçeleri var, eğlenelim coşalım derseniz dans edebileceğiniz yerler var.


Bu sağdaki haritada lokasyonunu görebilirsiniz. karayı maviyle göstermeleri biraz garip olmuş ama yine de problem yok:) Görüldüğü üzre Olimpos Antalya merkeze de Fethiye'ye degayet yakın. Hem Olimpos'u hem de bu sahil şeridini gezmek mümkün. Ben henüz yapamadım öyle bir tatil ama vakit ve nakit olursa nasıl da güzel olur.

Nisan 27, 2012

hava ne kadar da güzel. tralalala!

Bugün hava o kadar güzel ki püfür püfür elbisemi giydim çıktım evden. Otobüsteki insanlar da cıvıl cıvıl. Herkes rengarenk giyinmiş. Güneş gözümüze, derimize giriyor. Bazı yolcular güneşten kaçmak için yerini değiştiriyor bazılarıysa ulaşabildikleri tümm güneşi kullanarak D vitamini eksiklerini kapatıyorlar.
(Şimdi düşünemem... Çalışıyorum)

Trafik açık, çok geçmeden ofise ulaştım. Henüz gelmiş olan iş arkadaşlarım da kendi aralarında havanın sonunda ne kadar güzel olduğundan bahsediyor.

Ne güzel hikaye değil mi? Hepinizin içi açıldı okudukça. Ben de biraz ferahladım ilk başta ama sonra rahatsız oldum. Bu anlattıklarıma pür neşe sevinmek için algılarımızı, mantığımızı kapatmamız gerekir. Evet, bugünönceki günlere göre daha güzel olabilir. Yine de gerçeği görmek lazım dostlar.

Bugün hava o kadar güzel ki hiç bir şey giymeden de dışarı çıksam üşümezdim. Hem de vücudumun her yeri güneş alırdı. Sımsıcak olurdu içim. Üstelik, bu güzel havada işe gitmez, çıkardım boğaza karşı bir ağacın altında oturup çekirdek çitlerdim elimde olsaydı. Fakat hiç gereği olmayan püfür püfür elbisemi alabilmek için işe gitmek zorundayım. Yarın yine gitmek zorundayım işe çünkü elbisenin daha güzelini, en güzeli alabilmeliyim.

Etrafımızı çeviren ve zamanımızı elimizden alan ne kadar çok gereksiz şey var. Havanın düne göre güzel olmasına sevinelim elbet ama bu havada işe gidiyor olmamıza, saatlerce çalışıp akşam sadece yatmaya vaktimizin kalıyor olmasına, adeta iş boyunca giyeceğimiz kıyafetimiz ve gece işten kalan yorgunluğu atmak için daha iyi bir yatakta ve odada uyumak için ömrümüzü çalışarak geçirmemize hiçbir şey yapamıyorsak da biraz şaşıralım, üzülelim. Hiçbir şey yokmuş gibi yaşayıp gitmeyelim.

Nisan 26, 2012

tatil

Canım nasıl tatil çekiyor belli değil sevgili izleyiciler. Deniz, kum, güneş üçlüsünün vakti çoktan gelmedi mi artık? Bir soğuk, bir sıcak, bir fırtınalı havalar dengelerimizi bozdu. Bilmemnekadar gecikmiş reglimin de suçlusu hava değişimi olabilir gibi geliyor. Her açıdan yorucu. Artık şööyle sıcacık olsa hava. Alnımızdan sırtımızdan ter aksın istiyorum yani, o kadar özledim sıcak havayı. Çorapsız etek giymenin zevkine varalım, elbiseler giyelim rengarenk, püfür püfür. Akşamları açık havada çaylar, kahveler, biralar şaraplar içelim. Açık hava film gösterimleri olsun. 



Bu yaz nereye gitsek gençler? Kısıtlı bütçemiz ve fokurdayan kanımızla toplasak çantamızı, giysek parmak arası terliklerimizi çıkıp gitsek bi yerlere. Akşam deniz sesini dinleyebileceğimiz bir yerler. Sabah çok gecikmeden uyansak, daha günün kavuran sıcağı başlamadan kahvaltımızı etsek, sonra taze sıkılmış portakal suyumuzu alıp hamağa uzansak, kitap okusak biraz. Hasır şapkalarımızı takıp dağlar, tepeler gezsek. Sonunda sıcaktan fenalık geçirip cosss diye atsak kendimizi denize. Karnımız kumlara değe değe yüzsek ve tam nefesimiz kesildiğinde çıkıversek suları etrafımızdakilere sıçratarak. 




Mart 06, 2012

Pink Martini

Müzikleriyle bir güzel kendimden geçip websitelerine bakayım dedim, ne göreyim? Web siteleri de ayrı güzel. Buyrunuz bakınız sonra Pink Martini'yi övmeye devam edeceğim:  http://pinkmartini.com/home/ 

Pink Martini öyle bir grup ki, bir iş yaparken bir yandan da o çalsın diyemezsiniz. Pink Martini dinlemek için çalınır, duymak için değil. Kulağı meşgul edecek bir müzik arıyorsanız lütfen bu gruba bu kadar hafif bir görev vermeyin. Ruhun gıdası olan müziği yapar Pink Martini. Ispanak gibi bir gıda ama öyle çerez değil. 

Birçok dilde şarkı söylemeleri bana Oi Va Voi grubunu hatırlatır ama Pink Martini daha şeker gibi bir gruptur ve bu sayede dünyayı birleştirdiklerini hissedip daha da severim kendilerini. Ayırmaya doyamadığımız dünyamızı müzikleriyle bir araya getirirler. Tatlı tatlı yapar müziğini, ruhunuzu, modunuzu yükseltir dinledikçe. Keyiflendirici ve huzur vericidir. Mutsuz aşk şarkıları var mı bilemiyorum ama varsa onlar bile umutsuz değildir. Hep enerji verir bana. 


Büüüssürü müzisyenden oluşan bir gruptur ayrıca. Kocaman bir orkestra sayılabilirler belki. Websitelerinden gördüğümce ilk albümleri 1997'de çıkmış. Toplam 8 tane albümleri var. Sıraya dizip dinlemek isteseniz, yerinizden kalkmadan, sıkılmadan dinleyebilirsiniz hepsini.

Mart 02, 2012

Şehirler mi bizi "iyi" olmaktan vazgeçiren?


Kalabalık, tıklım tıkış şehirlerde kıç kıça yaşıyoruz. Evden çıktığımız bir günde kim bilir kaç insan görüyoruz, kaç kişiyle konuşuyor, kaç kişiye selam bile vermeden geçiyoruz? Bazen sevmediğimiz birilerini görüp yolumuzu değiştiriyoruz; bazen bu her biri kutsal şehirlerin sokaklarında yüzümüzü güldürecek bir şeyler arıyoruz. Bizi mahveden kutsal şehirlerin sokaklarında...

Koşuşturmanın gerisinde kalmamak, rutine ayak uydurmak tek hedefimiz. Bazen öne geçmeye çalışıyoruz farklı olmayı sevdiğimizden ama neredeyse hiçbir zaman durup da bu koşturmanın gerisinde kalmak pahasına kendi yolumuza bakmıyoruz. 

Ara sıra biraz yavaşlayıp, "Güzel olmak için kendimi kasmadan, para kazanmak için güzel zamanlarımı harcamadan, hayatımın aşkını bulmayı istemeden, şöyle deniz kokusunu alabileceğim, yeşillikler içinde, sessizlik içinde yaşayabileceğim bir yerlere çekip gitsem..." diyorum. Sonra bir bakıyorum, cepte para bitmiş, karnım aç ya da birileri içip eğlenmeye çağırıyor, o da mı olmadı, kitap almak, yeni çıkan bi filmi izlemek istiyorum. Neyse, bugün de para hayatın merkezinde dursun sonra düşünürüz, diyorum. O sonra hiç gelmiyor. Hep cesaretsizlik... Yapılabilse, birileri yapardı şimdiye kadar diye düşünüp asla kendinde bir şeyleri ilk kez yapabilme gücü bulamama. 

Senaryo öyle net ki, hayal olarak kalır o güzel kumsalda sabah ordan burdan topladığım otlarla kahvaltımı yapıp, biraz denize girip, güneş altında uyuklamak, akşama da ateş başında kendimi oyalayacak bir şeyler bulmak. 

Öyle uzak hayaller ki, düşünmek bile zor böyle bir hayatın nasıl geçeceğini. Yalnızca huzurlu ve rahat... 

Şubat 28, 2012

Duygu Taşımı

Bir süredir cilveleştiğimiz bir kadın var. İki önceki yazımdan tanıyanlarınız vardır; bacakları akıllarda yer eden kadın. Aramızda kilometreler var ve sesini hatırlayamıyorum bile. İlk gördüğümde uzaktan incelemiştim ve daha sonra tanıştığımızda sarhoşken konuştuğumuzdan başka görmedim hiç. Yalnızca bir kez gördüğüm bir insan altı üstü. Konuşurken nasıl kelimeler kullandığını, ne hızda konuştuğunu bilmiyorum. Gözlerini ne sıklıkla kırptığını ve karşısındakinin gözlerine bakarak mı yoksa etrafı izleyerek mi konuşuyor bilmiyorum. Boyu benden ne kadar uzun ve beli ne kadar ince onu da tam olarak hatırlayamıyorum. Nasıl böyle içimi kendisiyle doldurabiliyor, anlayamıyorum. Anlamaya da çalışmıyor keyfini çıkarıyorum durumun aslında. 

İnsan sesini hatırlayamadığı birini özleyebiliyor; yanyana oturup aklı başında iki çift laf etmediği biriyle bütün gün bahsedecek bir şeyler bulabiliyor ve arada çok mesafe olmasına rağmen hep berabermiş gibi hissedebiliyor. Uyurkenki halini, sabah uyanır uyanmazki halini, okula giderkenki halini, kuzeniyle sinemaya gittiğinde aralarındaki şakalaşmaları, gülüşmeleri düşünüp gülümseyebiliyor. 

Anlaşılan insan duyguları ağır bastığında mantığını pek umursamadan, olabildiğince anlamsız şeyler yapabiliyor. Bu anlamsız şeylerden daha tatlı ne olabilir?..

SAHİPLENME

Beni çok üzer sahiplenme duygumuz. Beni bu kadar rahatsız eden ama bu kadar üstüme yapışmış duygu pek az.

Sahip olmak, ait olmak, tek başına olamamak... Peş peşe gelen ve ortak noktası sınır koymak olan kavramlar.

Kim olduğumuzu sahip olduklarımız üzerinden anlatmaktan başka yol bilmiyor oluşumuz, "Sen kimsin?" diye sorulduğunda adımızı söylememiz acıklı hikayeler. Alışkanlıklarımız mı bunlar? Öğretilenler mi? Yoksa zayıflığımız mı?

Bize bizden daha fazla şeye sahip olana saygı duyma güdüsü veren, sevdiklerimize sahip olma isteği uyandıran şey ne? Kumsalda bulduğumuz renkli taşı alıp, odamızdaki bir kutuya kapatabilecek kadar nasıl sevebiliyoruz kendimizi? Oysa bıraksak kumların arasında, bizden sonra gelen herkes görüp iyi hissedecek. Güzel renkli taş insanlara ilham verecek, yüzlerini güldürecek, bazı sıkıntılarını atmalarını kolaylatıracak belki.


Şubat 21, 2012

BACAK



Geçen hafta Ankara'daydım. "Nasıl bir sapıksın? İlk kez Ankaraya gitmişsin BACAK mı yani yazacağın?" demeyin. Evet, hakkında yazacağım şey bacak. Ankara'dan döndüğümde aklımda en fazla yer eden şey buysa elimden ne gelir?

Bacaklarımızı severiz. Bir çok işimizi kolaylamamızı sağlarlar. Ankara'da da sık sık kullandım bacaklarımı. Kar üzerinde kullanmak pek kolay olmadıysa da baya iş gördüler. Müzikli iç mekanlarda dans etmem için kullandırdılar kendilerini. Bazı zamanlar topuklu ayakkabının üzerinde dikilmelerine sebep oldum ama düz ayakkabıya göre azcık daha fazla yorulmak dışında bir sıkıntımız olmadı kendileriyle.


Dans edip bacaklarının üzerinde zıplaşan insanları izlerken yanımdaki arkadaşımla dayanamayıp biz de attık kendimizi piste. Bissürü güzel bacak vardı etrafta. Çalan müzik sayesinde yorgunluklarının farkında değillerdi. Eğilip bükülüyor, kıvrılıyor, keyiflerine bakıyorlardı. Yine de ara sıra dinlenmeye ihtiyaç duyuyorlardı - neyse ki. Böyle bir zamanda kendi bacaklarımın yanında üzerine kot geçirilmiş iki bacak gördüm. O ne güzellikti öyle! Kalbim pırpır etti, içimden bir elektrik akımı her yerimi gezdi.

Bacakların sahibiyle konuşmaya başladık. Bacaklarını sevdiğimi söyledim. Daha önce de aynı bacakları görmüştüm, muhtemelen yine bakıp iç geçirmiştim. O zaman zıt yönlere doğru yürüyorduk, şimdiyse peş peşe aynı yöne yürüyor bacaklarımız. Farklı bir şehirde, aynı bacaklar! Daha heyecanlı ne olur insanın hayatında?

Çok geçmeden o bacaklara dokunmuş ve samimiyeti arttırmış olmanın da keyfi içindeydim. Dudakları da elleri de bacakları kadar heyecan vericiydi. O zamandan beri içimde büyük yer kapladığından yazmadan edemedim bu bacakları.

Şubat 07, 2012

Gertrud - Hermann Hesse


Benim okuduğum Kamuran Şipal çevirisi 
Kitaba adını veren Gertrud, esas adamın aşık olduğu kadınlardan üçüncüsü. Üç kadınla da pek fazla bir şey yaşamıyor aslında. Hatta kitabın yarısına geldiğimizde Gertrude henüz peyda olmuyor bile. Romanda esas adam, Kuhn tamamen kendi iç dünyasını anlatıyor. Odakta Gertrud yok. Olaylar onun etrafında dönmüyor. Modern insanın yaşadığı yalnızlık hastalığı romanın asıl meselesi. Buna farklı yorumlar da yapılabilir elbette ama benim açımdan insanların nasıl kendi haline ve diğerlerinin etkisi altında olduğu Hesse'nin anlattığı. Romanın adını Kuhn, Gertrud için beslediği bastırılmış duygularının hatrına koymuş sanki.

"...yoksulluk içinde, zahmet ve meşakkat içinde geçti yaşamım, öyleyken başkalarna zengin ve şahane bir yaşam gibi görünüyor, hatta bana da öyle göründüğü oluyor bazen." 

Kitabın orijinal adı Gertrude
Yeni çağın bir insanı Kuhn. Varlıklı bir ailesi var ve maddi sıkıntı yaşamıyor hiç. Tatminsizlikleri ve çelişkileri ona zahmet ve meşakkat getiren. Oysa zaman içinde ünlü bir sanatçı oluyor. Çok mutlu olması gereken zamanları, içten içe neşe içinde geçirmiyor. İç dünyası çok kalabalık. Fikirleri, hisleri o kadar kalabalık ki ne düşüneceğini ne yapacağını şaşırıyor. İnsanların yaşamayı hayatta kalmakla karıştırıyor olmalarına şaşırıyor. Hayat bu kadar zor ve karmaşıkken nasıl oluyor da insanlar "sabahleyin yataktan kalkmayı kıvançla karşılar, yiyip içecek olmalarına sevinir, yeterli görür bunları, durumun başka türlü olmasını istemez." hayret ediyor.

Şubat 05, 2012

REGL


Bilmem farkında mısın, regl kendiliğinden olur. Rahmi olan insanlarda ve bazı hayvanlarda görülür. Köpeklerin regl oldukları zaman kanları oraya buraya damlatarak rahat rahat dolaşabildiklerini duymuştum. Oysa bir de biz düşünen insanlara bak, ortalama ayda bir elimizde olmadan akan kanımızı göstermemek için kendimizi paralıyor, içimizde tamponlarla ya da bacak aramızda kaşındıran, hışırdayan pedlerle yazın 40 derece sıcağında geziyoruz. Üstüne bir de kalabalık içinde otururken pedimizi ya da tamponumuzu değiştirmeye giderken bunu erk-eklerden gizleyerek yapmalıyız. Çünkü regl olmak ayıp. Çünkü kadın olmak ayıp.

Hadi kanımızı öyle geldiği gibi akıtmayalım. Ne kadar hijyenik olurdu olduğu gibi bacaklardan süzülüp akması bilmiyorum. Mesele bu değil zaten. 

Ayıp sayılan bu dönemi geçirdiğimiz sıralarda beyaz ve/ya dar pantolon giyemeyiz çünkü öyle yaptığımızda pedimiz belli olabilir ya da kan dışarıya minik bir damla şeklinde çıkabilir ve bunu sana göstermemeliyiz. Kanımızı gizlemeli ve hiç orda değilmiş gibi davranmamız gerekir. Bu yüzdendir ki ped üreticilerinden bir tanesi şimdi de kokuyu yok eden bir ped çıkarmış. Ne güzel hizmet! Bu ped sayesinde görüntüyü gizlemiş başarılı kişiler bu ayıp kanlarını herkesten saklayabilecekler ve tamamen yokmuş gibi davranabilecekler!

İnsanları kendi bedenlerine yabancılaştıran bu alışkanlıklar, öğretilenler üstümüze karabasan gibi çöküp içimizi ve yaşam alanlarımızı daraltmakta son derece başarılıdır. Kadın olmak da regl olmak da ayıp değildir. Bu sınırlardan ne kadar kurtulabilirsek o kadar kar canım okuyanlar.

En azından pedlerimizi ve tamponlarımızı ayıbımızı temizlemek için kullandığımız şeylermiş gibi saklamaktan vazgeçelim. En azından..

Şubat 02, 2012

Koleksiyoncu - John Fowles


Kelebek koleksiyoncusu bir adam, beğendiği kadınlardan da koleksiyon yapmaya kalkarsa ne olur? Kadına olduğu değil, tamamen adamın gördüğü haliyle aşık bir adam. "Kadınlar çiçektir." mantığının biraz üst noktası. Kadın çok güzeldir - sadece güzeldir ve bu yüzden bir sanat eseriymiş gibi bir sergide, müzede korumaya alınmalıdır.

Fowles kitabı 1963 yılında yazıyor. Bu yüzden çok da uzak gelmiyor anlatılanlar. Farklı bir çağdan bahsedilmiyor oluşu daha etkileyici yapıyor kitabı. Bir dönem kitabı değil Koleksiyoncu, her dönemin kitabı sanki.

"Yatılı okul" kitabın ilk lafı. Miranda hakkında bildiğimiz ilk şey yatılı okulda okuduğu. Ailesinden ayrı, bir ev değil bir oda içinde yaşadığı kitabın esas kadını hakkında bize söylenen ilk şey. Bu biraz da Miranda'nın başına geleceklerin önceden ima edilmesi sayılabilir. Çünkü kitabın devamında Miranda, Clegg'in kendisi için özel olarak hazırladığı mahzen-hapishanede yani yine kitabın başındaki gibi bir odada ölümüne kadar yaşadıklarını okuyoruz.


Bir bölümde kelebek koleksiyonundan bahsediyorlar. Miranda şöyle söylüyor:
".... Rahat bıraksaydın da yaşasalardı, bunların kaç kelebeğe can vereceğini düşünüyorum ben. Yok ettiğin bunca canlı güzelliği düşünüyorum."
Kendisinden bahsediyor sanki kadın. Kelebeklerle aynı kendi hikayesi. Güzelliğiyle herkesi büyülerken Clegg tarafından hapsediliyor. Ölümle sonuçlanıyor Clegg'in sevgisi. Kelebek koleksiyonunu da kimseye göstermiyor Clegg. Tıpkı Miranda'yı herkesten sakladığı gibi. 

Aynı olayı önce Clegg'in ağzından bir hikaye gibi sonra da Miranda'nın ağzından günlükmüş gibi dinliyoruz. İkisinin de hislerini, düşüncelerini biliyoruz. Miranda hareketten ve olaydan çok tasvirler ve anılarından bahsediyor. Clegg hikayede aşık taraf olmasına rağmen pek duygusal bir dille yazmış sayılmaz. Miranda'yı karakteri, entelektüel seviyesi, tavrı yüzünden sevmiyor. Öylesine gördüğü şey hoşuna gittiği için seviyor. Nitekim onu daha iyi tanıdıkça ve birlikte daha fazla zaman geçirdikçe ondan nefret etmeye başlıyor.

Miranda ise her ayrıntısıyla ilişkilerini anlatıyor. Ona zaman zaman duyduğu yakınlık, bazı olaylar üstüne duyduğu nefret, acıma, tiksinti... Hepsini biliyoruz. Geçmişi hakkında bir sürü bilgi veriyor bize. Varını yoğunu anlatıyor. Hayaller kuruyor. Ölmeden önce ise bu hayallerinin içine giriyor sanki. Yüksek ateşi sayesinde biraz olsun olduğu yerde değil olmak istediği yerde olduğunu hissediyoruz.

Psikolojik bir gerilim romanı Koleksiyoncu. Kendinize ait o kadar fazla şey bulacaksınız ki, kendi hayatınızla yüzleşmenizi sağlayacak bu kitap. Belki de bu kadar genel geçerliğe sahip olmasıdır kitabı bu kadar güzelleştiren. Sosyal ve ekonomik sınıf ayrımları, insanın kendiyle çelişmesi gibi konular sayesinde böyle herkese ulaşabildiği söylenebilir. 

Kesinlikle okunması gereken müthiş bir kitap.

Kitabın henüz izlemediğim aynı isimli bir de filmi var. imdb linki şu: http://www.imdb.com/title/tt0059043/



Ocak 30, 2012

Geleneklerimiz baş belası mı eğlence mi?

Dinisiyle millisiyle nerden çıktığı belli olmayanıyla sayısız geleneği, adeti olan bir toplum olduğumuz aşikar. Evlenen kuzenimizin düğününde süslenip boyanıp düğünü eğlenceli hale getirmek bir görev bile sayılabilir. Evet, bana sorarsanız bu eğlenceli bir görev fakat benim yerimde göbek atmaktan, uçuşmalı elbiseler giymekten hoşlanmayan birisi olduğunda bu görev bir eziyet gibi gelebilir insana.

Bu anlattığım olaydan şikayetçi olmadığım için geleneklerin savunucusu destekçisi olduğum düşünülmesin. Geleneklerin birçok yönden ayak bağı olduğunu düşünüyorum. Dinden çok farklı değil. Düşüncelerin, fikirlerin genişlemesinin önünde bir settir gelenekler. Alışkanlık, hatta bir çeşit bağımlılıktırlar çünkü. Birçoğunun çıkış noktası cinsiyetçidir de aynı zamanda.  Hiç masum ve kültür deyip geçilesi değildir bizim çoşkulu ve sayısız geeneklerimiz. Sevinçlerimizi, üzüntülerimizi, sevgimizi, ilgimizi bile biz doğmadan bilmemkaç yıl önce belirlenmiş kuralların yönetmesidir gelenekler bana kalrsa. Amcanın yanında sigara içemeyen kadın yeğendir mesela bizim edebimiz. Fakat aynı amca bana bir obje gibi yaklaşmaktan hiç utanmayarak eteğimin kısalığından bahsedebilir.

Benzer şekilde sokakta kavga etmek ayıp değildir. E hakkeden elbet dövülecektir ama otobüste öpüşmenin yasak olduğu yerdir burası. Evlenmeden kavga edilebilir ama sevişilemez. Öpüşmek, sevişmek, sevmek kendiliğinden olmaz deniyor bu olayların alt metninde. Kavga etmek ya da sinirlenmek gibi doğal gelişmez. Bu yüzden de sevişmeden yaşayabiliriz; en azından erteleyebiliriz ama kavgayı, öfkeyi erteleyemeyiz.

Seveceksek de kurallar belli, sevineceksek ya da bir şey kutlayacaksak da. Her şeyin sınırları çizili. Aşarsan "etraf ne der". Evli kadına yakışan, genç kıza yakışan, delikanlıya ya da babaya yakışanlar hep bellidir. Ne yapacağın, nasıl tepki vereceğin belirlenmiştir. O kitabı okumana, şu sahili öğrenmene gerek yok. İmkanların sana sunulduğu kadardır ve sen yaratamazsın.

Öyle sanıyorlar. Umarım yanılıyorlardır.

Ocak 11, 2012

OLDBOY

Gülersen bütün dünya senle güler, ağlarsan yalnız ağlarsın.

Artık evim yok.

Televizyon size sövmeyi öğretmiyor.



Bir aya yakın zaman oldu izleyeli bu filmi. Bir türlü yazamadım. Etkileyici bir film, hem de çok. Filmin baş kahramanı Dae-su filmin daha başında herkesle iyi geçinen biri olduğunu söylüyor açık açık. Baştan onu sevmemizi ister gibi. "Birazdan izleyeceklerinizde beni suçlamayın." der gibi. Onun tarafında olmamız için yaptığı konuşmadan sonra öyle sözler duyacağız ki Dae-su'dan, deriiin derin düşünmekten alamayacağız kendimizi.

Zaman çok önemli bir kavram bu filmde. 15 yıl boyunca hapis kalıyor Dae-su. Onu bu odaya kim tıktı, neden tıktı ve ne kadar kalacak bilmiyor. Hiçbir açıklama yapılmayan 15 yıl. Bununla ilgili etkileyici laflar ediyor. "Ne kadar kalacağımı söyleyin" diye haykırıyor. Geleceği bilmek istiyor.

Garip bir şekilde bu 15 yıl boyunca dış dünyadan da tamamen kopamıyor. Tıkıldığı yerde televizyon izleyebiliyor. Dışarıdan haberdar fakat dışarıdan yoksun geçiriyor vaktini. Fakat bir süre sonra neyin gerçek neyin hayal olduğu anlaşılmamaya başlıyor. 

Filmin hissettirdiği öyle şeyler var ki donup kalıyor insan bir süre, sonra da tüm gücüyle koşmak istiyor. Yağmur, çamur, güneş, ter umursamadan. Aslında hepimiz hapisteyiz dünyada. Sınırlarımız var. Bizi buraya kim attı bilmiyoruz. Ne kadar kalacağımızı bilmiyoruz. Başımıza neler gelecek bilmiyoruz. Geleceği bilmiyoruz ve merak etmekten vazgeçmiyoruz.