Ocak 30, 2012

Geleneklerimiz baş belası mı eğlence mi?

Dinisiyle millisiyle nerden çıktığı belli olmayanıyla sayısız geleneği, adeti olan bir toplum olduğumuz aşikar. Evlenen kuzenimizin düğününde süslenip boyanıp düğünü eğlenceli hale getirmek bir görev bile sayılabilir. Evet, bana sorarsanız bu eğlenceli bir görev fakat benim yerimde göbek atmaktan, uçuşmalı elbiseler giymekten hoşlanmayan birisi olduğunda bu görev bir eziyet gibi gelebilir insana.

Bu anlattığım olaydan şikayetçi olmadığım için geleneklerin savunucusu destekçisi olduğum düşünülmesin. Geleneklerin birçok yönden ayak bağı olduğunu düşünüyorum. Dinden çok farklı değil. Düşüncelerin, fikirlerin genişlemesinin önünde bir settir gelenekler. Alışkanlık, hatta bir çeşit bağımlılıktırlar çünkü. Birçoğunun çıkış noktası cinsiyetçidir de aynı zamanda.  Hiç masum ve kültür deyip geçilesi değildir bizim çoşkulu ve sayısız geeneklerimiz. Sevinçlerimizi, üzüntülerimizi, sevgimizi, ilgimizi bile biz doğmadan bilmemkaç yıl önce belirlenmiş kuralların yönetmesidir gelenekler bana kalrsa. Amcanın yanında sigara içemeyen kadın yeğendir mesela bizim edebimiz. Fakat aynı amca bana bir obje gibi yaklaşmaktan hiç utanmayarak eteğimin kısalığından bahsedebilir.

Benzer şekilde sokakta kavga etmek ayıp değildir. E hakkeden elbet dövülecektir ama otobüste öpüşmenin yasak olduğu yerdir burası. Evlenmeden kavga edilebilir ama sevişilemez. Öpüşmek, sevişmek, sevmek kendiliğinden olmaz deniyor bu olayların alt metninde. Kavga etmek ya da sinirlenmek gibi doğal gelişmez. Bu yüzden de sevişmeden yaşayabiliriz; en azından erteleyebiliriz ama kavgayı, öfkeyi erteleyemeyiz.

Seveceksek de kurallar belli, sevineceksek ya da bir şey kutlayacaksak da. Her şeyin sınırları çizili. Aşarsan "etraf ne der". Evli kadına yakışan, genç kıza yakışan, delikanlıya ya da babaya yakışanlar hep bellidir. Ne yapacağın, nasıl tepki vereceğin belirlenmiştir. O kitabı okumana, şu sahili öğrenmene gerek yok. İmkanların sana sunulduğu kadardır ve sen yaratamazsın.

Öyle sanıyorlar. Umarım yanılıyorlardır.

Ocak 11, 2012

OLDBOY

Gülersen bütün dünya senle güler, ağlarsan yalnız ağlarsın.

Artık evim yok.

Televizyon size sövmeyi öğretmiyor.



Bir aya yakın zaman oldu izleyeli bu filmi. Bir türlü yazamadım. Etkileyici bir film, hem de çok. Filmin baş kahramanı Dae-su filmin daha başında herkesle iyi geçinen biri olduğunu söylüyor açık açık. Baştan onu sevmemizi ister gibi. "Birazdan izleyeceklerinizde beni suçlamayın." der gibi. Onun tarafında olmamız için yaptığı konuşmadan sonra öyle sözler duyacağız ki Dae-su'dan, deriiin derin düşünmekten alamayacağız kendimizi.

Zaman çok önemli bir kavram bu filmde. 15 yıl boyunca hapis kalıyor Dae-su. Onu bu odaya kim tıktı, neden tıktı ve ne kadar kalacak bilmiyor. Hiçbir açıklama yapılmayan 15 yıl. Bununla ilgili etkileyici laflar ediyor. "Ne kadar kalacağımı söyleyin" diye haykırıyor. Geleceği bilmek istiyor.

Garip bir şekilde bu 15 yıl boyunca dış dünyadan da tamamen kopamıyor. Tıkıldığı yerde televizyon izleyebiliyor. Dışarıdan haberdar fakat dışarıdan yoksun geçiriyor vaktini. Fakat bir süre sonra neyin gerçek neyin hayal olduğu anlaşılmamaya başlıyor. 

Filmin hissettirdiği öyle şeyler var ki donup kalıyor insan bir süre, sonra da tüm gücüyle koşmak istiyor. Yağmur, çamur, güneş, ter umursamadan. Aslında hepimiz hapisteyiz dünyada. Sınırlarımız var. Bizi buraya kim attı bilmiyoruz. Ne kadar kalacağımızı bilmiyoruz. Başımıza neler gelecek bilmiyoruz. Geleceği bilmiyoruz ve merak etmekten vazgeçmiyoruz.