Aralık 18, 2014

queer tango nedir ve nasıl yapılır?

Bilen bilir, bir süredir (2011'den bu yana) Queer Tango yapıyorum, yapmaya gayret ediyorum. Yurt dışında festivalleri, şovları yapılan, Türkiye'de ise şimdilik tek sınıfı olan bu dans türünün özelliği
dansçıların cinsiyetlerini önemsemeden yapılan, adımları klasik arjantin tangoyla aynı olmasına rağmen niyeti dansa özgürlük, eşitlik ve beraberinde mutluluk getirmek olan tango
olmasıdır. Bu anlamda, ataerkil toplumların dansa taşıdığı yönlendiren erkek takipçi kadın rollerini elinin tersiyle itip, dans devam ederken sürekli olarak rollerin değişmesini mümkün kılar. Aslında bunun için yaptığı tek şey herkese iki rolün adımlarını birlikte öğretmek olsa da bir şekilde hissettirdiği o cinsiyetsiz dans pisti, kuşlar gibi uçmanızı sağlayabilir.

Aralık 10, 2014

Japon Edo Dönemi / Osuruk Yarışları

Aşağıda göreceğiniz ilk ve takip eden bakışlarda deli saçması gelen imajlar 1603-1868 yılları arasında rastlayan Japon Edo döneminde gerçekleşen ayıptır söylemesi 'osuruk yarışları'nı resmediyor.

Bu Japonlar oldu olası böyle bi garip sanırım. Marjinalleştirmekten de hiç hoşlanmam ama marjinale marjinal demekten başka çare var mı, bazen?

Aynı çizimler Edo çağının sonuna doğru batılılarla dalga geçmek için de kullanılıyormuş.











Kasım 02, 2014

Pakistan'ın Anti-Homofobi Temalı Çocuk Kitabı

Tazeliğini yitirmeye yüz tutmuş bir haber de olsa kitap güzelliğiyle göz dolduruyor. OH YES!

Viral başarıya imza atan bu kitabın Türkiye'yi geçtim dünyada bile çok fazla örneği olduğunu sanmıyorum. 

"My Chacha Is Gay" adlı çocuk kitabı Ahmed, gey amcası, aileleri Pakistanlı-Müslüman toplum ile alakalı.

Darısı başımıza diyor ve Türkçe çevirisi ile ben de hizmetinize sunuyorum: 

"Benim Amcam Gay"
#WeNeedDiverseBooks (#FarklıKitaplaraİhtiyacımızVar) çünkü amcam Pakistanlı VE Gay & Ben insanların onun kültürümüzü yanlış yansıttığını söylemesinden bıktım.
Ahmed ile tanışın. O Pakistanlı ve Karachi şehrinde yaşıyor.
Annesi, babası, kız kardeşi, amcası ve büyükannesi ile birlikte yaşıyor.
Ahmed kalabalık bir ailede yaşıyor. Farklı yapılarda aileler var.
Bu güzel bir şey. Herkes aynı olsaydı dünya sıkıcı bir yer olurdu.
İnsanlar bazen dayısına farklı olduğu için kaba davranıyor.
Farklı olmanın sorun olmadığını herkes anlamıyor.
Ahmed anlamalarını istiyor çünkü dayısı dünyadaki en iyi insan. Ona dondurma soda (?) alıyor.
...ve sahilde deve sürdürüyor.
İnsanlar gay olduğu için dayısının farklı olduğunu düşünüyor.
Bu hiçbir şeyi değiştirmez, özellikle birlikte ne kadar çok eğlendiklerini.
Dayısının Fahem Amca adında bir erkek arkadaşı var. O bir pilot.
Ahmed de büyüyünce pilot olmak istiyor!
Bazen Faheem amca Ahmed'e şapkasını takmak için izin verir. Ahmed bunu çok seviyor.
Ahmed insanların neden sadece kadınlarla erkeklerin birbirine aşık olacağına inandığını anlamıyor. Çünkü dayısı ile Faheem Amca'nın birbirini ne kadar çok sevdiğini herkes görebilir. 
Kimi seveceğini nasıl kontrol edebilirsin ki zaten?
Ahmed'in annesi ile babasını sevmesi ile dayısı ile Faheem Amcanın birbirini sevmesi aynı şey.
Sevgi herkes için...



Ekim 25, 2014

Türkiye'de Heteroseksüel Olmak

Tükiye'de heteroseksüel münasebet yaşamak gitgide zorlaşıyor. Yıllar boyu Arabistan gibi ülkelerde çok lezbiyen varmış, gibi lafları çok duymuştuk. Olayı lezbiyen kimdir açısından ele almayacağım. Pratikte neler oluyor, onunla ilgileniyorum.

Her neyse... Türkiye'ye geri dönecek olursak; daha küçük birer çocukken doğum günlerinde, düğünlerde kız kıza dans ederek başladı homonormatif hayatımız. Bu danslarla kız çocukları diğer kız çocuklarının bellerine sarıldı, ellerini tuttu.

Kızlarımız bir kızın elini tutmanın keyfini sürdü. Lezbiyen bir kız çocuğu sevdiği kızla istediği kadar samimi olabildi. Heterolarsa "ama o erkek çocuum, ona öyle yapma/böyle yapma"lar ile engellendi. Heterolar hiç öyle tüm akrabaların önünde sarmaş dolaş dans edemedi 15 yaşlarındayken.



Ailesiyle yaşayan lezbiyen kızlarımız da kültürümüz tarafından desteklenerek arkadaş adı altında eve getirdikleri kişilerle seks yapabildiler. Oysa heteroseksüel kişiler bunun için bir yer aradı hep. Boktan boktan ortamlarda mercimeği fırına vermeye çalıştılar. Kültürümüz ve aile yapılarımız lezbiyenliği o kadar normalleştirdi ki kızlar arkadaşlarıyla beraber yatınca sevimli ve çok samimi arkadaş olabildi ama heterolar asla bu şansa erişemedi ve hep yalan söylemek zorunda bırakıldı.


Homoseksüel öğrencilere yurtlarda sevgilileri ile beraber kalma fırsatı tanınırken heteroseksüellere yurt giriş saati hep mani oldu. Bu ülkenin hiçbir kurumu heteroseksüelleri desteklemedi. Her zaman homoseksüelliğe özendirdi ve bunu normalleştirdi. Yüzlerce hemcinsiyle aynı yurtta kalan homoseksüellerin beğendikleri kişilerle sosyalleşmesi kolaylaştırılırken heteroseksüeller aynı binaya bile sokulmadı. 



Bu ülkede yetki sahipleri bile heteroseksüelleri marjinalleştirerek birlikte oturup sohbet etmelerine şaşıracak kadar homonormatiftir. Fakat bu durum Türkiye'de heteroseksüellerin günden güne daha zor iletişim kurabilmelerine sebep olup gizli kapaklı buluşmalar düzenlemelerine bile yol açmaktadır.



Öte yandan başbakanın bile evlerde heteroseksüel ilişkilerin dönmesinden rahatsız olduğu bu ülkede homoseksüellerin böyle rahat cinselliklerini yaşıyor olması ortada bir adaletsizlik olduğunun kanıtı.




Ben herkesi ayrımcılığa destek değil köstek olmaya davet ediyorum. Cinsel yönelim eşitsizliğine izin vermeyelim, verenleri uyaralım.

Hayırlı işler,

Bol güneşler...

Yoga Yapan Birinin Kemikleri Nasıl Gözükür?


İnsanlar artık ipini kopardı. Gün geçmiyor ki yeni bir enteresanlıkla karşılaşmayalım.

Bugün karşılaştığım bir videoda yoga yapan birinin iskeleti vardı. Yoga pozlarında iskeletin nasıl gözüktüğünü görmeyi amaçlayan çalışma bu pozları birbirine bağlayan hareketleri de kapsıyor.

Şunu da söyleyelim, video tamamen 3D animasyon, mocap kullanılmamış ve hiçkimse gerçekten radyasyona maruz bırakılmamış.


X-ray Body in Motion - Yoga from hybrid medical animation on Vimeo.

Ekim 22, 2014

Hermann Hesse - Sidarta


Gerçeklerle işimiz yok. Sidarta gerçekte kimdi, neydi önemli değil. Biz Sidarta'nın ta kendisini, daha romanın en başından binbir türlü övgüler alan oğlancığı konuşalım.

Çeşit çeşit şahaneliklere sahip Sidarta'nın öyküsü teknik açıdan düşünülecek olursa kuralına uygun yazılmış. Baştaki dinginlik biraz kısa verilmiş ama yine de orada. Sidarta, Brahmanlar Prensi ve geleceğin büyük bir bilge kişisi...

Gel gör ki durumdan memnun değil genç bilge. Ruhunu dopdolu hissetmiyor. Onu huzursuz eden boşluklar var ve o boşlukları doldurmaya kesin kararlı. O kararlı olmasaydı Hermann Hesse bize böyle bir kitap yazabilir miydi? 

İşte Sidarta böyle, içindeki boşluğu dolduracak olan gerçek bilgiye ulaşmak için kitap boyunca seyahat eder. Tam oldu, derken boşluk yerini korumaya devam eder. Ormanda yaşar bedevi olur; kentte yaşar dilenci olur. Hızını alamaz tüccar olur. Kamala'dan seksi öğrenir. 

Feminist bakış: Kamala sonunda yılan sokması sonucu ölür. Herkes bilir ki yılan erkeklik organını simgeler. Kamala alenen kaliteli orospudur ve elbette ataerki onu yok edecektir.

Bir ömür süren serüven sonunda, Sidarta aradığı bilgeliği bulur -o kadar da spoiler olmasın diye nerede bulduğunu söylemeyeceğim.

Bilinçli bir hayat yaşamamış fakat sonunda amacına ulaşmıştır. Sidarta belki de insanlığın tümüdür. Herkesin hayatını bir ömre sığdırmış ve sonunda doğaya dönüp huzura ermiştir. Belki de bana öyle gelmiştir.

NOT: Sidarta'yı farkında olarak böyle yazdım. Okuduğum çevirisine sadık kalasım geldi.

Ekim 21, 2014

James Blunt "You're Beautiful" İçin Özür Diledi!

James Blunt "'You're Beautiful' insanlara zorla sevdirildi. Şarkı da üstüme yapıştı," diye ağlamış. Adam lanetlendiğini hissediyormuş. Bir şarkı yaptım, kurtulamıyorum Doktor Erol Beey, diyormuş.

Üzüldüm.

Şarkıyı bilmeyen cahiller için:


Adamın şöyle daha tatlış şarkıları da var aslında:

Ekim 18, 2014

Joan Cornella'nın Karikatürleri Ne Diyor?

İspanyol bir karikatürist olan Joan Cornella kendi özgü tarzıyla karikatürlerini konuşturuyor hem de deli deli.

Siz de birkaçını buradan görebilirsiniz:


Ekim 07, 2014

Uyanış

İlk uçağa atlayıp hiç düşünmeden çekip gitmek, uzaklaşmak istemişti hep.

Yapamadı...

Yıllarca bekledi. Birlikte gidebileceği birini bulmak için bekledi. Bir dost, bir sevgili, kim olursa olsun ama biri olsundu.

Hiç kimse bu kadar yakın gelmedi ona. Sonunda da hiçbir yere gidemedi. Hayalleri havada asılı kaldı. Ne gerçek ne yok oldu...

Aslında umutsuz sayılabilirdi. Neler hayal etmişti. 20'li yaşlarının sonunda neler yaşamış olacaktı ama 35 yaşına gelmişti ve bu soğuk evde öylece oturuyordu işte.

Düşüncelere daldı, makinedeki çamaşırı unuttu. Kocası gelmeden yapacağı işler vardı. Hepsini unutuverdi. Hayallerini hatırlıyordu birer birer. Yaşadıklarını nasıl da sorgusuz ve tepkisiz kabullenmişti. Teker teker vazgeçmişti hayallerinden. Bu durumu kabullenip başka biri olmuştu.

15 yıllık bir uykudan uyanmış gibi bakıyordu etrafına. 15 yıldır bu evde yaşıyordu ama her şey çok farklıydı. Ayağa kalktı, evi dolaşmaya başladı. Çok yorgun hissediyordu. Çamaşır ipine uzanmaktan yorulmuştu, ütüye buhar versin diye su doldurmaktan sıkılmıştı, domateslerin kabuğunu soymaktan sıkılmıştı, en geç 7 buçukta evde olmaktan da sıkılmıştı.

Bunları neden yaptığını düşündü, anlayamadı. Çamaşır için, ütü için, domatesler ve saat için, hiçbiri için geçerli bir sebep bulamadı. Sanki görünmez bir ip bağlamıştı onu buraya ve görünmez ip tamemen yok olduğu zaman da ipin izin verdiği kadar hareket etmeye devam etmişti.

Düşündükçe kanatları çıkıyormuş gibi bir kıpırtı hissetti göğüs kafesinde. Şöyle bir baktı kendine çenesini gerdanına yaklaştırıp. Daha önce hiç bakmamış gibi tanıyamadı memelerini, omuzlarını.
Kendine baktıkça hayret etti, nasıl her şeyden vazgeçip umutsuzuğa kapıldığını anlayamadı. Değişmişti sanki tüm ruh hali, eskisini anlayamıyordu. Hayalleri canlanmıştı tekrar...

Sanki yıllardır durmuş olan zaman bir anda yoluna devam etmeye başlamıştı. Heyecandan kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Pencereye yanaşıp biraz hava almak istedi, pencereye ulaşamadan her yer karardı. Bacakları titredi...

Bilinmeyen bir zaman sonra

Bayılmış, olduğu yere düşüvermişti. Sonra ne kadar zaman geçti ne oldu bilmiyordu. Kendine geldiğinde gürültülü bir yeryerdi. Gözlerini aralayacaktı ama etraftan gelen sesler yüzünden tereddüte kapıldı. Yavaş yavaş açtı gözlerini. Bir yandan sesler bir yandan gözlerini delip geçen ışık... Rahatsız olmuştu.

Odada belki 10 kişi vardı. Herkes birden konuşuyordu. Kimsenin kimseyi dinlemediği bu odada neler oluyordu?

Tuhaf bir koku doldurmuştu odayı. İğrenç. Mide bulandırıcı.

Ağızlardan çıkan sözler bu pis kokuyu yayıyordu sanki. Sürekli açılıp kapanan çirkin ağızlar. "Susuuun!" diye bağırmak istedi. Hareket etmekte zorlandı. Uzun zamandır orada yatıyor olmaylıydı.

Odadakilere hızlıca bir baktı. Ortalıkta gezinen küçük bir çocuk dışında kimse gözlerini açtığını fark etmedi. Herkes konuşmaya dalmıştı.

Küçük çocuk yataktaki hastanın gözlerinin açıldığını görünce hortlak görmüş gibi bağırmasa kimse uyandığını fark etmeden bu odadan çıkıp gidebilirdi. Temiz hava almaya ihtiyacı vardı. Kimseyle uğraşmadan açık havaya çıkabilirdi.

Ama çocuk, loş ışıkta parıldayan mavi gözleri görünce çığlık atarak gerisin geri kaçmaya başladı. Herkes bir anda dönüp hastaya baktı.

Hasta en az onlar kadar çok şaşırmıştı. Çünkü hiç kimseyi tanımıyordu...

Bir süre bakıştı diğerleriyle. Ne onlar ne de kendisi bir şey demedi. En sonunda bu ilişkiyi bir adım öteye taşıyan yine küçük çocuk oldu.

"Noolmuş ona annee?"

"Aaa! Uyanmış."

"Ölü değil miydi?"

"Ölse açamazdı gözünü, kızım. Ölmemişti."

"Çok mu hasta olmuş?"

"Evet, bebeğim."

"Bak iyileşti şimdi. Koş perdeyi aç."

Çocuk pencereye doğru koştu. Upuzun pencerelere bakılırsa eski bir binadalardı. Ne insanlar ne de oda tanıdıktı. İndi yataktan yavaşca. Yatağın yanındaki sürahi ve bardağı görünce bir bardak su içti. Ferahladığını hissetti.

Çocuğun yanına seğirtip perdeyi açmasına yardım etti. Güneşliydi hava. Daha da delindi gözleri. Ama hoşuna gitti. Çocuğun elini tutup onunla birlikte odadan çıktı. Biraz yürümek istiyordu. Bacakları uyuşmuştu hareketsizlikten. Kısa bir yürüyüşe çıktılar küçükle.

"Sana ne oldu?" diye sordu çocuk.

"Tam olarak hatırlamıyorum. Evdeydim, pencereye yaklaşmak üzereyken bayılmıştım. Evet, şimdi hatırlıyorum. Kaç gün önceydi, bilmiyorum ama bayıldığımdan eminim."

"Çok acıdı mı?"

"Bilmiyorum..."

"Gel, geri dönelim. Annem merak eder."

Geri döndüler hiçbir şey söylemeden çıkıp gittikleri odaya. Hiç dönmeseler de anne kızı aramaya çıkmayacaktı sanki. Daha kapıdan çıkarken onları unutmuş gibi gözüküyordu. Çocuk annesine sarıldı.

"Anne, ben büyüyünce..."

Bayıldıktan 15 dakika sonra

Gözlerini açtığında yerde yatıyordu. Evde yalnızdı, nereye gitmişti az önceki insanlar? O çocuk? Gördüklerinin baygınken gördüğü bir rüya olduğunu anladı. Onu tanımayan ama hasta odasında bekleyen insanları hatırladı. Tüyleri ürperdi. Yalnızdı yine. Saate baktı, 6'yı geçiyordu.

Huzursuz oldu. Kalktı yerden. Mutfağa gidip bir bardak su doldurdu. Bardakla beraber yatak odasına gitti. Tuvalet masasının koltuğuna oturup gözlerine baktı bir süre. Bir yudum aldı sudan. Gözlerini gözlerinden hiç ayırmadı.

Bir anda bütün suyu içip ayağa kalktı. Üzerini değiştirdi. En sevdiği elbisesini, altına da bazada sakladığı kırmızı parlak deri çizmesini giydi. Kırmızı rujunu ve altın renkli farını sürdü.

15 yıldır biriktirdiği tüm altınlarını, paralarını küçük çantasına koydu. Toplasan 5 bin lira belki ederdi. Yine de bir süre idare edebilirdi bu parayla. Bir iş bulana kadar rahat ederdi.

Hiçbir şey yokmuş gibi çekti kapıyı ve terk etti evi. Bir daha dönmemek üzere. Onu hiç tanımadan yüzüne bakan bu insanlarla bir arada yaşamaktan tiksinmişti bir anda. Hiç düşünmedi. Hiç tereddüt etmedi. Arkadaşına dönüp bakmadı kaçıyı çekerken.

Küçükken annesine büyüyünce dünyayı gezeceğini söylemişti.

35 yaşındaydı ve dünyayı gezmeye gidiyordu.

Ekim 02, 2014

Politik & Psikolojik Bir Rüya

Rüyamda öyle bir şey gördüm ki kendi psikolojim bana bir yabancı gibi geldi...

Şöyle: toplumdaki çıkıntıları temizlemek ve iktidardakilerin istediği toplumu kurmasına destek olmak için polis tarafından bizi yere topluyordu. Tanıdık tanımadık bir sürü insan tek katlı, küçük bir bahçesi olan tatlı bir eve toplanıyorduk. Kapıda, bahçede, evin içerisinde polisler geziniyordu. Ellerinde bellerinde silahlar vardı.
Bulunduğumuz eve sürekli yeni insanlar getiriliyordu. Gelenlerin hepsi korku doluydu, zamanla alışıyorlardı ve yaşayıp gidiyorduk.

Bazen arkadaşlar hasta oluyordu. Onlarla ilgilenilmesi için çok çaba sarf ediyorduk. Sonunda ilgileniyorlardı. Kimse ölmemişti. Kimse aç değildi. Sadece bulunduğumuz mekan yetersizdi. Daha fazla insan gelirse ne yapacağız, diye endişe ediyorduk.

İlk başlarda polisten nefret ediyorduk. Olabildiğince göz göze gelmiyor, gelsek de nefretle bakıyorduk. Yardım etmeye çalıştıklarında bile sevmiyorduk onları. Silahlarından, ellerinden, bakışlarından nefret ediyorduk. Bizi buraya kıstıranların eşyasıydı bizim gözümüzde her biri. Başka da bir değerleri ya da anlamları yoktu.
Zamanla daha iyi geçinmeye başladık. Çok kötü davranmıyorlardı bize. Kimseyi dövmüyorlardı. Hakaret etmiyorlardı. Yine de söz hakkı polisteydi. Onların izin verdiği ölçüde hareket edebiliyorduk. Bir şeyi yapmamıza izin vermiyorlarsa yapmıyorduk. Hiç kimse itiraz etmiyordu. Yalnızca izin verilen alanda dolaşıyor, asla kurallara karşı çıkmıyorduk. 

Yeni insanlar gelmeye devam ediyordu. Çok kalabalıktık ve daha kalabalık oluyorduk...
Sonra bir sabah uyandık. Bir polis artık oradan çıkabileceğimizi söyledi. Özgür bırakılacaktık sonunda! Bazılarımızın hasta olduğu, bazılarımızın aşk yaşadığı o bir nevi hapishaneden ayrılırken içimde bir burukluk hissettim. Herkesi çok özleyecektim. Bütün arkadaşlarıma sarılıp onlarla vedalaştım.

Polisler hala yanı başımızdaydı. Dönüp polislere sarıldım, onlarla da vedalaştım. Bunu zorla değil sevgiyle yapmıştım.

Sonunda hassktr! diyerek uyandım. Beni böyle delirttin sevgili ülkeciğim.

Eylül 24, 2014

Kahraman Komşunun Acıklı Öyküsü

Omuzlar üstünde mezarlığa götürüyorlardı toprağın altına gömmek için. Bilmemkaç metrelik bir çukura yerleştirip hiçbir şey olmamış gibi toprakla örteceklerdi üstünü.

Göz ucuyla baktım, belki 20 yıllık karısı Sevda'nın gözyaşları akamıyordu. Ne hissedeceğini bilmez halde, bilmemekten yorgun düşmüş, öylece bakıyordu giden tabuta. 20 yıllık kocasının son hareketlerini izliyordu.

Sağa yatmış güzel başındaki çatık kaşların ardında düşünceler akıyordu peş peşe. Artık kavga çıkmayacaktı evde. Gecenin bir vakti eve gelen ve bağırıp çağıran kocası artık ağzını açıp tek laf edemeyecekti.

Uzaklardan görsün istedi onsuz ne kadar mutlu olduğunu ama bunları ummak için fazla yaşlanmış ve hayal gücünü çok geride bırakmıştı. Çocukken koşup koşup balıklama atladığı denizde boğulup gitmişti hayalleri.

Tıpkı kocasının olmadık anda olmadık yerde küçücük bir su birikintisinde boğulup ölmesi gibi. Kalbi sızladı, dudakları büzüldü bir an. Artık kocasızdı. Kimsenin karısı değildi.

20 yıllık kocası omuzlarda taşınan ve gömülmeye giden bir et parçasıydı sadece. Çürüyüp zarar vermesin yaşayanlara diye gömülecekti.

Verdiği zararlar yetmezmiş gibi...

Belki de hiç önemsenmemişti bu kadar. Biz komşular için evine geç saatlerde giden ve olay çıkaran biriydi sadece. Çocukları için, anne-babası için kimdi? Çocukken hiç şimdi taşındığı gibi omuzlarda taşınmış mıydı acaba? Bilemezdim.

Benim için birazcık daha fazla özelliği vardı belki diğer komşulardan. Bir yanı kahramandı bana göre. Bir gece, belki kendisi bile hatırlamazken benim ve ailemin hayatını kurtarmış bir kahraman.

Bir insan aynı anda sonsuz şey olabilirdi: kahraman komşu, şarhoş koca, kavgacı abi, ilgisiz baba, işsiz evlat, yoldan geçen güleryüzlü amca...

Çok şey.

Kahraman/sarhoş/kavgacı/ilgisiz/işsiz komşumuz benden bir yaş küçük oğlunun gözleri önünde çıkmaz sokağımızdan omuzlar üzerinde çıkarılıyordu. Yaz geceleri kendi etrafımızda döne döne şarkılar söylediğimiz, oyunlar oynadığımız çıkmaz sokağımızda herkes sessizdi. Komşumuz son kez geçiyordu evimizin önünden.

Bense bir tabuta bir küçük oğlan Cemil'e bakıp "Onun artık babası yok," diyordum sürekli. Gözlerim doldukça daha hızlı tekrar ediyordum; "Onun artık babası yok."

Cemil ise kalabalığın biraz uzağında bir taşa oturmuş babasının gidişini izliyordu. Ağlayamıyordu.

Yürümek


Çok yorulmamak iyi bir şey. İnsan sevdiği bir şey yapınca yorgun hissetmiyor. Daha değişik bir şey o his.

Mesela yürüyüşe çıkınca yorulmuyor insan pek. Seve isteye yürüyünce pıtır pıtır yürüyor insan "Of" demeden ama bir yere ulaşmaya çalışırken yürümek o kadar da güzel değil.

Severek ve beraber yürüyek bu yollarda.

Gülüşe gülüşe yürümek de güzel mesela.

Sevdiğin bir yere giderken yürümek de öyle. Sabırsızlıkla karışık mutluluk veren bir yürüyüş.

Yürüyelim, hep arabaya/otobüse binmeyelim bence. Yürüyebilecek gibi hissediyorsak yürüyelim.

Ağustos 30, 2014

Ayrılmamak için ot için!


Yaşımız tam gelinlik yaşlara gelince 2 güne bir bi arkadaşımız evleniyor. Diğer yandan her gün bir aile içi sorunla karşılaşıyoruz. Dünyanın öbür ucunda da böyle, kendi evimizde de durum böyle. Peki ne olacak? Yok mu çözümü?

Bunları düşünürken Play Tuşu'da bir haberle karşılaştım. Şöyle diyordu:

"90’ların sonunda başlayan araştırmada 634 evli çifti 9 yıl boyunca yakın markaj incelemeye alan Yale University, University of Buffalo ve Rutgers’daki bir grup araştırmacı, çiftlerin ayda üç kez veya daha fazla ot içtiği takdirde daha mutlu bir evliliğe sahip oldukları kanısına vardı."
ayrılmamak için ot

Haberin sonuna ekledikleri gerzo bir cümleden ötürü kınıyorum kendilerini o ayrı.

Ot içen çiftler daha uyumlu oluyorlarmış. Şiddet ve geçimsizlik daha az görülüyormuş. Tabi bu her gün içilirse aşırı mutlu olunur demek mi? Hayır.

Yani herkesin kendi bileceği iş. Benden söylemesi.

Ağustos 26, 2014

Denize çiş yapalım mı?

Yıllardır utana sıkıla yaptığımız çişi rahat rahat bırakabileceğimize dair bi bilgi aldım ve sizlerle de paylaşmak istedim. American Chemical Society tarafından yapılan açıklamayı şöyle özetleyebiliriz.

1. Çişimizin çoğu su
2. Çişteki üre okyanustaki kum tanesi kadar
3. Deniz hayvanları bizden bilmemkaç kat fazla işiyor

Bu özet fazla özet olmuş derseniz de şu videoyu izleyebilirsiniz.


Ağustos 21, 2014

Öpmek ve ölmek



- Ölmüş mü?
- Ölmüş galiba...
- Yok, yok... Nefes alıyor sanki.
- Ambulans gelse hemen!

Etrafında onlarca insan olmalıydı. Yoksa bu kadar sesin çıkması hiç kolay değildi. İyi de kimdi bu insanlar?

Hiç öpmemiş ve öpülmemişti. Öpüşmeden ölmek istemediğini fark etti. Şimdi biri eğilse ve öpse onu dudaklarından... O zaman rahatça ölebilirdi ama şimdi değil. Öpülene kadar değil. "Susun!" diye bağırmak istedi, dudaklarının ve sesinin kontrolü kendinde değildi. Et parçası gibi duruyordu vücudu olduğu yerde. 

Sahi neredeydi şimdi?

Bu et parçasını hissetmiyordu. Sahiplenemiyordu kendi vücudunu. Biliyordu sadece, bu sesleri duyuran kulaklar yerde öylece uzanan et parçasına aitti. Et neredeyse oradaki sesleri duyabilirdi sadece.

Kendi ses tonunu düşündü. Hatırlayamadı. Sadece hiç öpüşmediğini hatırlıyordu. Bir de gözünün önüne gelen dudaklar vardı. Kıpır kıpır dudaklar. Gergin ya da büzüşük dudaklar. Uzaktaki dudaklar. Ah! Ne olurdu biri yakınına gelseydi de öpseydi dudaklarını. Öpmemişti. Belki de burada ölüp gidecekti. Hiç öpülmemiş dudaklarını böcekler yiyecekti. Kurtlar çenesinden girip dişlerine toslayıncaya kadar dudaklarında ilerleyecek ve sonra yön değiştirecekti. Öpülmemiş dudaklarının keyfini böcekler sürecekti.

Temmuz 13, 2014

Aramak

Bak iyice bak.
Her yere iyice bak.
Daha değişik, daha güzel bir yer mi arıyorsun? Devam et aramaya. En güzelini bulana kadar ara.
Her gün yeni bir dudak öp. Her akşam yeni bir yemek ye. Canını sıkan işten ayrıl.
Devam et aramaya.
Hiç durmadan ara.

Dorothy Parker: Telefon Görüşmesi - Bölüm 1

Lütfen, arasın beni. Şimdi arasın. Başka hiçbir şey istemiyorum, gerçekten. Sadece küçücük bir istek: hemen şimdi arasın. Lütfen, lütfen.

Belki düşünmezsem çalar telefon. Bazen olur ya. Hadi başka bir şey düşüneyim. Hadi! Beşer beşer beş yüze kadar saysam belki arar. Yavaş yavaş sayacağım. Hakikaten, hile yok. Üç yüze geldiğimde telefon çalarsa açmayacağım. Beş yüze gelene kadar durmak yok. Beş, on, on beş, yirmi, yirmi beş, otuz, otuz beş, kırk, kırk beş, elli. Of! Lütfen çal, lütfen.

Bu saate son bakışım olacak. Bir daha hiç bakmayacağım. Yediyi on geçiyor. Beşte arayacağını söylemişti. "Seni beşte arayacağım, sevgilim." Galiba o zaman "sevgilim" demişti. Neredeyse eminim. İki kez "sevgilim" demişti. Diğeri de telefonu kaparken. "Hoşça kal sevgilim." Meşguldü. Ofisteyken çok fazla konuşmaz ama iki kez "sevgilim" dedi. Onu aramamı sorun etmiş olamaz. Biliyorum, onları sürekli aramamam gerekiyor. Biliyorum bundan hoşlanmadıklarını. Ararsan onları düşündüğünü ve yanında istediğini anlarlar. Sonra da senden nefret ederler. Ama üç gündür konuşmamıştık. Tam üç gün. Bir de sadece nasıl olduğunu sordum. Kim olsa bunu sorar. Bunu dert etmiş olamaz. Onu sıktığımı düşünmüş olamaz. "Hayır, tabii ki sıkmıyorsun," dedi. Sonra da beni arayacağını söyledi. Bunu söylemek zorunda değildi. Ben öyle bir şey istemedim. Gerçekten istemedim. Eminim. Arayacağını söylediği halde aramamazlık etmez. Lütfen böyle bir şey yapmasın, lütfen. "Seni beşte arayacağım, sevgilim." "Hoşça kal, sevgilim." Meşguldü. Acelesi vardı. Yanında birileri vardı ama iki kez "sevgilim" dedi bana. O benim. Benim. Bir daha hiç görüşmesek de o benim. Of! Yetmez ki bu. Yetmez! Onu görmek dışında hiçbir şey yetmez. Lütfen onu tekrar göreyim. Lütfen. Çok istiyorum. Çok fazla istiyorum. İyi biri olacağım. Hatta çok iyi biri olmak için ne gerekiyorsa yapacağım. Yeter ki onu tekrar göreyim. Lütfen, arasın beni. Of! Lütfen, arasın.

Sevgili Tanrı, isteğimi küçümseme. Orada bir yerlerde oturuyorsun. Beyazlar içinde ve yaşlısın. Yine de etrafında melekler ve kayan yıldızlar var. Bir de bana bak, tek istediğim beni araması. Gülme. Gördün mü, nasıl bir his olduğunu bilmiyorsun. Sen rahatsın tabii mavi bulutların üstündeki tahtında. Her şeyden uzaksın, kimse kıramaz kalbini. Acı verici bir şey bu Tanrı, aç acı verici hem de. Yardım etmeyecek misin bana? Hadi, yardım et. İstediklerimizi yapacağını söylemiştin. Hadi, şimdi arasın beni.

Temmuz 01, 2014

Benim de önyargılarım var!


2014 yılının Ramazan ayı Onur Haftası'nın bitişiyle kesişe kesişe geldi çattı. Ben Onur Haftası'nı da Ramazan'ı da teğet geçmekteyim ama olsun. Fikirlerim var.

Onur Haftası olsun olmasın insanların LGBTİQ insanlara karşı önyargısını biliyoruz, görüyoruz, deneyimliyoruz. Kaçış yok(!) Sadece Onur Haftası'nda LGBTİQ olmadığımıza göre bu çok normal. Israrla "Sevginin, sevmenin kuralı kanunu olmaz, kimi istersek onu severiz ve nasıl istersek öyle severiz." diyoruz ama bir kısım insan "Ama bu normal değil." demeye devam ediyor.

Ben de önyargıları olan bir insanım ve böyle diyenleri çok da sevemiyorum. Olmuyor. Tercih değil yönelim. İçimden gelmiyor.

Ha, nedir? Benim çok da sevmemem kimseye bir zarar vermiyor. Kimseyi karşıma oturtup dediklerimi kabul etmeye zorlamıyorum. Çevremdeki insanların olabildiğince bana uygun olmasını tercih ediyorum. O kadar.

Beni, trans bireyleri, geyleri, interseksleri sevmeyen sevmesin. Mevzu kendini sevdirmek değil zaten bana göre. Mevzu insanlara sevmedikleri için engel olmaya hakları olmadığını fark ettirmek. Senin hoşuna gitmiyor diye ben kıvırcık saçlarımı neden düzleştireyim kardeşim? Senin kabullendiğin toplum kurallarına aykırı diye Ali Ahmet'i neden öpemesin İETT'de? Neden kapasın kendini evine? Sen nasıl kendinde bunu belirleme gücü buluyorsun?

Ben gidip Mehmet'e Zehra'yı değil Ayşe'yi sev diyebilir miyim? Ne münasebet! Sen neden Ali'ye gidip onu sevemezsin diyorsun? Hatta sevgisinde ısrarcı olan Ali'yi öldürüyorsun! Sen yapıyorsun bunu pek de sevmediğim homofobik arkadaşım. Ne oldu? Tayyibe oy verenlere kızıyordun Tayyibin yaptıklarını gördükçe. Ben de sana kızıyorum sen bu nefreti besliyorsun diye. Zoruna mı gidiyor?

Benim de zoruma gidiyor insanların insanları amına sikine göre değerlendirmekten bir türlü vazgeçmemesi ve bir yandan da yaldır yaldır ne olduğunu bilmediği modernite bayrağı sallaması. Çok zoruma gidiyor bu fikirsizlik, düşüncesizlik.